Dayandığım duvarın çatlaklarından yaşanmaşlıklar sızıyordu. Yaslanışım uzuyor ve uzuyordu. Bir duvar insana ne kadar şey anlatabilirdi?

E hadi suyun hafızasını kabul ettik. Ben dün yediğim yemeği unutuyorken yaşanmışlıklarından çatlamış bu duvar neyi hatırlayabilirdi?

Gece karanlık, dünya suskun mevsim yaz. Gecesi gündüzünden kısa olan senenin bu vakitlerini Norveç'lilere açıklamaya üşenmem gayet doğaldır. Evet duvar diyordum. Aklım değil duvarın sıvası karışık be abicim.

Şimdi siz kuantumu daha yeni kavrıyorken duvarın bana anlattıklarını size nasıl anlatabilirim?

Son gün defterinin en arkasına bir not düştü:

“Bu şarkı sonsuzluğuna ithafen.”

Defteri kapattı, motelin alt katında, kullanmadıkları posta kutularından birine bıraktı. Sonrasında nereye gittiğini kimse bilmedi. Ama parkın bir köşesinde ayakkabıları bulundu. İçindeki yazıları zar zor okunan bir defter sayfası vardı:

“Bi faninin gözünde yaş,

Derdiyle yoldaş olucam.

Delinin avcunda taş,

Ahenksiz sarkaç oluca’m.”

- Epilog -

Yıllar sonra, motelin arka tarafındaki duvar yıkılırken paslı bir posta kutusu açığa çıktı. Anahtar yeri çoktan kırılmış, üzeri örümcek ağlarıyla doluydu. Kutunun içinden kenarları nemden kabarmış bir defter çıktı. Sayfaları arasında çizimler, karalamalar, yarım kalmış cümleler, kesik dizeler vardı. Bu defter, bir sanat öğrencisinin eline geçti. Önce çöpe atmayı düşündü, sonra sayfaları çevirdikçe bir şeyler oldu. Sanki defter konuşuyordu.

Günler geçtikçe defteri dolmaya başladı. Her cümle bir yara izi gibi, her satır bir eski günah gibi çoğaldı. Geçmişte kimseye söyleyemediği şeyleri artık kâğıda dökebiliyordu. Bundan kıvanç duyarak sırıttı. Aynanın karşısına geçti ve kendi yansımasına baktı. Yüzüne bastırdı elini. İç çekerek fısıldadı:
“Müdavimim yıktığım her şeyin estetik enkazlarına…”

İçinde biriken yük, cümlelerle ve bazı sayfalarda çizimlerle taşmıştı. Defterdeki bazı satırları yırttı. Bazılarını kıyamadı, duvara astı. Sayfalar, odanın duvarlarında rüzgârla hafifçe titreşiyordu; odaya asılı bir anılar galerisi gibi. Birkaç sayfanın köşesine küçük, silik desenler çizmişti: bir düşen kuş, bir çarpık bina, bir göz.
Yatağında, astığı sayfalara bakarken uyuyakaldı. Rüyasında ses yoktu ama kelimeler vardı, sanki rüyalar da artık cümlelerle kuruluyordu.

Sabah uyandığında hava pusluydu. Gökyüzü gerçekten de karıncalı bir ekran gibiydi. Gözlerini ovuşturduğunda gri tonlar biraz daha koyulDevamını Oku

Motele geldi. Kapının gıcırdaması dışında odada ses yoktu. Perdeleri açtı, camı araladı. Rüzgârla gelen tuz kokusu sanki boğazına çöreklenen kelimeleri çözdü. Çantasını dağıtarak defterini aradı. Köşeleri buruşmuş defterini masaya koyup yazmaya başladı:

"İnan ki istemiyorum ben artık kendimi açıklamak. Belki de rastlamak ayık kafa ahbaplara, tanıdık gözaltı da."

Defteri bırakıp yatağa uzandı. İlk gecesi uzun sürdü. Sabaha karşı, uykusuz ama yorgun olmayan bir hâlde deniz kenarına indi. Ayakkabılarını çıkardı. Kum ıslaktı ama serin değildi. Dalgaların getirdiği taşlara dokundu. Bazı taşlar sertti, bazıları pürüzsüz. İçinde bir benzetme yaptı: İnsanlar gibi...

Gözleri ufka kilitlendi, gri gökyüzüyle gri deniz arasında ayrım yapamıyordu. Ufak dalgalar sahile çarpıyor, çekilirken ardında küçük köpük izleri bırakıyordu. O izlerin silinişini izledi bir süre, "Düşüncelerim de böyle silinseydi keşke" dedi içinden.
Oturup taşları elleriyle yokladDevamını Oku

"Yakamozu denizin sayıklaması sanmak en sevdiğim yanılsama."

36 yaşında bir adam: Bernard. Yüzü genç, ama gözleri yaşlıydı. Uzun zamandır içinde ne varsa dışarı dökememiş, dökse de anlaşılmamıştı. Şehrin sokakları ona dar gelmiyordu artık; fazla genişti. Yutuyordu. Her köşe başında bir "eskiden" saklıydı. Ve eskiden, onu artık sadece yorardı.

Duvara yaslandığı bir akşamüstü, tramvay sesiyle irkildi. Aynı raylardan geçen, aynı yüzlerle dolu vagonlar... Kendisini izleyen kalabalığın arasından hiç kimse gibi geçip gitti. Bu şehrin kalbi atmıyordu artık, sadece tik-taklarla dolu bir saat gibiydi. Zamana değil, geçmişe hizmet ediyordu.

Düşüncelerinin arasındaki boşlukta bir karmaşa vardı. Gerçek ile kurgu arasındaki o ince çizgide kaybolmuştu. Bayat bir film gibi sürüp giden hayatının göremediği ama onu içten içe yiyen bir sahnesinde yaşıyordu. Her köşe, her dönemeç, bir çıkmaz sokağa dönüşüyordu. Olsundu. Yine de bir yerlerde, bir umut kırıntısı vardı; bDevamını Oku