Günler geçtikçe defteri dolmaya başladı. Her cümle bir yara izi gibi, her satır bir eski günah gibi çoğaldı. Geçmişte kimseye söyleyemediği şeyleri artık kâğıda dökebiliyordu. Bundan kıvanç duyarak sırıttı. Aynanın karşısına geçti ve kendi yansımasına baktı. Yüzüne bastırdı elini. İç çekerek fısıldadı:
“Müdavimim yıktığım her şeyin estetik enkazlarına…”
İçinde biriken yük, cümlelerle ve bazı sayfalarda çizimlerle taşmıştı. Defterdeki bazı satırları yırttı. Bazılarını kıyamadı, duvara astı. Sayfalar, odanın duvarlarında rüzgârla hafifçe titreşiyordu; odaya asılı bir anılar galerisi gibi. Birkaç sayfanın köşesine küçük, silik desenler çizmişti: bir düşen kuş, bir çarpık bina, bir göz.
Yatağında, astığı sayfalara bakarken uyuyakaldı. Rüyasında ses yoktu ama kelimeler vardı, sanki rüyalar da artık cümlelerle kuruluyordu.
Sabah uyandığında hava pusluydu. Gökyüzü gerçekten de karıncalı bir ekran gibiydi. Gözlerini ovuşturduğunda gri tonlar biraz daha koyulaşmıştı. O sabah motelden çıkıp şehir merkezine yürüdü. Ayakkabılarını odada bırakmıştı. Sokaklarda yalın ayak yürüdü.Yere bastıkça hem acı hem de tatlı bir duygu hissediyordu, sanki kendini yeniden tanıyordu. İnsanlar ona bakmadı, sanki görünmez olmuştu. Bu “görünmezlik” huzur vericiydi. Kimse ona kim olduğunu sormuyordu. Kimse, neden sustuğunu merak etmiyordu. Bu, onun için gerçek bir özgürlüktü.
Bir parkta otururken matarasından bir yudum aldı. Dudakları buruştu, oldukça sertti. Belki de “zehir zemberek” denilecek kadar. Ama önemsemiyordu. Zehir de tat gibi algılanıyordu artık; farkı kalmamıştı.
Parktaki diğer insanlar uzak görünüyor, kendi içinde bir zaman kapsülünde yaşıyor gibiydi. Elini cebine attı, sabah sahilden aldığı taşı yokladı. Yüzeyi soğuktu ama o taşın içinde bir kıvılcım vardı sanki. Bir süre taşla oynadı parmaklarının arasında. Ardından kalktı, yürümeye devam etti. Arkasında hiçbir iz bırakmadan, ayak izleri bile rüzgârda silinmişti.
